Helen’in ve Aşkın Gölgesinde Yanan Şehir: Troya
“Benim yüzümden, Akhilleus’un öfkesinden, Hektor’un ölümünden, bir halkın yok olmasından sorumluyum. Ama Tanrılar da bizim kaderimizi şekillendirir.”
Homeros-İlyada
Binlerce yıl önce, bir aşkın gölgesinde yandığı söylenen gizemli ve efsanevi bir şehir var, o da Troya. Bugün Çanakkale’nin topraklarında rüzgârla konuşan bir ören yeri belki; ama o taşlar, tarihin en büyük sorusunu hâlâ bizlere fısıldıyor: Bu savaş gerçekten bir aşk için mi çıktı? Yoksa bir kadın savaşın önünde siper mi oldu?
Tevfikiye Köyü yakınlarındaki Troya kalıntılarına bakıldığında, aşkın yıktığı değil; insanın hırsının, kibirinin ve tutkularının yıktığı bir şehir görürüz. Schliemann’ın açtığı ilk kazı çukurundan bugüne, her taş bir anlatı barındırıyor. Bu topraklarda bir savaş yaşandı ve o savaşın kalbinde, sadece bir kadın değil; insanlığın tüm zaafları yatıyordu. Arkeolojik bulgular, Troya’da birden fazla kez büyük yıkımlar yaşandığını ortaya koyuyor. Belki de Homeros’un anlattığı savaş, bu yıkımların en unutulmaz olanına verilen şiirsel bir cevaptı aslında.
Homeros’un MÖ 8. yüzyılda yazdığı İlyada, Troya Savaşı'nın tamamını değil, savaşın son 50 gününü anlatır. Yani bir bakıma, savaşın en kanlı, en trajik kısmı sahnelenir. Bu dizelerde aşk, nefret, öfke, onur, ihanet ve ölüm iç içe geçer.
Savaşta sadece insanlar değil, tanrılar da taraf tutar. Zeus, Afrodit, Apollon, Hera, Athena, Ares…
Paris, Troya prensidir. Tanrıça Afrodit ona “Dünyanın en güzel kadını” Helen’i vaat eder. Paris, bu uğurda Sparta kralının karısını kaçırır.
Helen, uğruna “bin gemilik güzellik” kadınıdır. Gerçekten âşık mı oldu, kaçırıldı mı? Bilinmez..
Menelaos, Sparta kralıdır ve karısını geri almak ister. Ama bu yalnızca kişisel değil, siyasal bir soruna dönüşür.
Akhilleus, ölümsüz bir annenin ölümlü oğludur. Savaşın en güçlü savaşçısıdır ve gururu kırıldığında savaşı bırakır.
Hektor, Troya’nın onurlu prensidir: Vatanını, ailesini, halkını savunur. Ama onun ölümü, Troya’nın da sonu olur.
“Bir kadın için mi bu kadar kan dökülür?” diye sorar zaman zaman insan. İşte belki İlyada destanı durumu bize anlatmaya çalışır. Troya prensi Paris, Sparta kralı Menelaos’un karısı Helen’i kaçırır. Güzelliğiyle dillere destan Helen, bir adamı kendine sırılsıklam âşık eder, ama binlercesini de ölüme sürükler. Helen’in uğruna bin gemi denize açılır, kılıçlar bilenir, yeminler bozulur.
“Paris, çılgın gibi sevdiği Helen’i getirmişti.
Ama uğruna dökülen kan, sevdanın değil, gururun eseriydi.”
Paris gerçekten Helen’e âşık mıydı? Helen, bir kadın mıydı yoksa kadından çok bir sembol müydü? Bu kadın güzel olduğu kadar güçlü, çekici olduğu gibi bir şehri yakacak kadar da yıkıcıydı. Erkeklerin kendilerini haklı çıkarmak için kullandıkları ilk büyük ve güçlü bir bahaneydi. Oysa savaşlar asla tek bir nedenden doğmaz. Aşk, yalnızca ilk kıvılcımı çıkarır, ardından gelen yangın çoğu zaman başka sebeplerin eseri olur.
İlyada, aşkı neden olarak gösterse de, satır aralarında iktidar, gurur, tanrıların oyunu ve insanlık zaafları yatar. Helen belki de hiç istemedi bu savaşı ve aslında sadece bir fikirdi. Ama onun adıyla beslendi.
“Benim yüzümden mi oldu her şey?” der Helen, destanda bir yerde. “Keşke ölmüş olsaydım da, bu savaş hiç yaşanmasaydı.” bu söz, tarihte kadının nasıl kolayca suçlandığını da gösteriyor. Bir erkeğin arzusu, binlerce erkeğin savaşı, ama suç bir kadının güzelliğinde saklı.
İlyada aslında Akhilleus’un öfkesine odaklanır. Çünkü Agamemnon, Akhilleus’un kadını Briseis’i elinden alınca, Akhilleus küser ve savaşa katılmaz. Bu, Troya’nın lehine döner. Ta ki Akhilleus’un dostu Patroklos, Hektor tarafından öldürülene kadar.
“Hektor, Patroklos’u öldürdü,
Akhilleus çılgına döndü.
Tanrılar bile sessiz kaldı onun öfkesi karşısında.”
Akhilleus savaşa döner, Hektor’u öldürür. Ama öfke, intikamı tatmin etmez. Çünkü Hektor’un ölüsü bile Akhilleus’u dindiremez.
Akhilleus’un öfkesi, yalnızca bir adamın değil, bir çağın aynası olur. Hektor’un ölümüyle yıkılan Troya, yalnızca bir kentin düşüşü değil, bir medeniyetin de son nefesi olur. Buna rağmen Homeros, savaşı tüm kahramanlık perdesine rağmen yüceltmez. Çünkü her dizenin arkasında bir hüzün gizlidir. Ve bu hüzün, hâlâ dünyanın dört bir yanında yankılanır.
Priamos, oğlunun cesedi başında diz çöktü. Düşmanına yalvardı; çünkü evlat acısı, kralı da kul etti. “Beni değil, oğlumu düşün. Gözümün nuru gitti, cesedini ver bana, ey Akhilleus!” işte bu dizeler, insanlık tarihinin belki de en büyük sahnesi oldu. Kral düşmanına gidip oğlunun cesedini istedi ve o an savaşın gururu bitti.
Bir kadının adıyla başlayan savaş, İlyada destanında savaşla doludur; Akhilleus’un öfkesi, Hektor’un cesareti, Priamos’un çaresizliği…
Homeros yazdı, bizler okuduk. Belki bize gerçeği anlatmadı, ama gerçeğe en yakın efsaneyi yazdı. Savaşlar değişir ama nedenleri değişmez.
Bugün bir aşk uğruna değil ama bir inanç, toprak, çıkar uğruna hâlâ insanlar ölüyor. Hâlâ Helen’ler suçlanıyor. Hâlâ Paris’ler sahip olmayı aşk sanıyor ve hâlâ Troya’lar yanıyor.
Binlerce yıl önce yazılmış bir destanın hâlâ yankılanıyor olması, bize geçmişin ne kadar bugüne benzediğini gösteriyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.